
Rüyanın Mâhiyeti ve Rüya Çeşitleri
İslâm filozofları rüyanın meydana gelişini genellikle nefsin mütehayyile gücüyle ilişkilendirmek sûretiyle açıklamışlardır. İlk İslâm filozofu Kindî’ye (ö. 252/866 [?]) göre insan, uyku hâlinde duyularını terk eder. Ancak bu terk ediş, ölümden farklı olarak insanın canlılığı devam ederken gerçekleşir. Çünkü uyku hâli nefis için söz konusu değildir. Eğer nefis uyumuş olsaydı uyku ve uyanıklık arasındaki fark bilinemezdi. İşte “rüya nefsin düşünceyi kullanıp duyunun kullanımını kaldırması”ndan ibarettir. Böylece nefsin düşünceden aldığı formlar, musavvire gücü sayesinde kendisinde bir yansıma (intiba‘) oluşturur. Kindî’nin musavvire olarak isimlendirdiği güç, Aristoteles’in fantezyası olup sonraki filozoflar tarafından mütehayyile olarak isimlendirilmiştir.
Rüyanın uyku hâlinde gerçekleştiği ve mütehayyilenin bir fiili olduğu konusunda Kindî ile aynı düşünceye sahip olan Fârâbî’ye gelince, ona göre mütehayyile gücü duyu gücü ile akletme gücü arasında aracı konumundadır. Dolayısıyla mütehayyile bazen duyulardan bazen de akıldan etkilenmek sûretiyle fiillerini icra eder. Mütehayyile gücünün iki fiilinden biri maddî varlıklardan gelen formları saklamak diğeri ise bu formlar arasından birleştirme ve ayırma yapmaktır. Fârâbî’ye göre mütehayyilenin üçüncü bir fiili daha vardır ki bu da taklittir. Mütehayyile bu fiili sayesinde bazen beş duyuyla algılanan nesneleri, kendinde bulunan duyulur nesnelerin taklitleri ile birleştirir; bazen akledilirleri bazen beslenme gücünü, bazen arzu gücünü bazen de mizacı taklit eder.5 Mütehayyile gücü eğer akıldan ve duyuların hâkimiyetinden kurtulursa kendi fiillerini daha özgür bir şekilde gerçekleştirmeye başlar. Faal akıldan gelen feyiz, bazen akleden güçten mütehayyileye taştığında o, akledilirleri kendi terkip ettiği duyulurlarla kabul eder. Çünkü akledilirler ancak duyuyla algılanan bir şey ile temsil edildiği zaman maddî âlemde anlam ifade edebilir. Eğer mütehayyileye taşanlar amelî güçle ilişkili tikeller ise mütehayyile bunları bazen olduğu gibi bazense yine başka şeylerle taklit ederek kabul eder. Bu nedenle bazen mütehayyilenin aldığı tikellerle doğru rüyalar meydana gelir bazen de akledilirler aracılığıyla ilahi kehanetler oluşur.
Kindî’de sadece musavvirenin bir fiili olarak görülen rüya, Fârâbî ile birlikte faal akıldan taşan feyze konu olması ile daha ruhânî bir yapıya bürünmüştür. Bu gelişme, İbn Sînâ’nın rüyayı bir adım daha ileri taşıyarak vahiyle birlikte değerlendirmesine de kapı aralamıştır. İbn Sînâ’ya göre gayb âleminden nefse taşan etkinin gücüne göre insanın rüyası bu dünyadaki gerçeklikle örtüşür. Eğer bu etki güçlü olur ve nefis tarafından kontrol edilirse tabire muhtaç olmayan rüya veya açık bir vahiy meydana gelir; eğer bu etki kaybolur ve bunun yerine mütehayyilenin kopya ettiği sûretler ortaya çıkarsa tabire muhtaç rüyalar veya tevile muhtaç vahiy gerçekleşir.
Rüya tabiri konusunda kendinden öncekilere nispetle daha ayrıntı- lı ve daha sistematik bir anlatıma sahip olan ayrıca Kirmânî’ye de kaynaklık eden isimlerden biri olduğunu düşündüğümüz Fahreddin er-Râzî (ö. 606/1210) bilimler tasnifi eseri Câmi‘u’l-Ulûm’un 25. faslını rüya tabiri ilmine ayırır. Râzî, bu bölümde tabir ilmini ilki usûl-i zâhire, ikincisi ise usûl-i müşkile olmak üzere iki ana bölüm üzerine inşa eder. Bu iki ana bölümden ilki duyu güçleri, uyku ve rüyanın hakikati konularını ele alan üç asıl, ikincisi tabiri mümkün olan rüyalar, rüya tabiri şartları ve rü- ya cinsleri olmak üzere üç asıl içermektedir.3 Bu asıllar içerisinde özellikle nefsin güçleri, rüyanın hakikati, rüya tabiri şartları gibi başlıklara dikkat edilirse Râzî’nin eseri ile Kirmânî’nin ikinci eseri arasındaki benzerlikler görülebilir
Kindî’den itibaren İslâm filozofları tarafından rüya konusunda mütehayyile gücüne ayrı bir önem atfedilmiş ve Fârâbî ile ortaya konan rüya anlayışı daha sonra İbn Sînâ ve Râzî tarafından da devam ettirilmiştir. Onların rü- yaya ilişkin kabul ettiği ortak husus, nefsin gayb âlemiyle iletişim hâlinde olması ve orada müşâhede ettiği anlamlara mütehayyile aracılığıyla sûretler giydirmesidir. Kirmânî’nin açıklamalarına bakılırsa bu anlayış, onun rüya anlayışına da etki etmiştir. Kirmânî’ye göre nefis bedenle ilişkisinden kurtulduğu takdirde yüce ilkelerle iletişime geçebilir. Böylece o, akledilir anlamları ya bizzat bu ilkelerde müşâhede eder ya da onlardan yansıyanları kendisinde müşâhede eder. Kirmânî’nin baştan beri vurguladığı yüce ilkeler de bu bölümde felekî nefisler olarak açıklığa kavuşmaktadır. Nefis maddeden soyut olduğu için cinsi itibariyle akıllar ve felekî nefislerle aynı kategoridedir. İnsan nefsi bu nefisler ve akıllarla aynı özelliklere sahip olmasına rağmen onun bedenle ilişkiye girmesi emr âleminden kopmasına neden olmuştur. Çünkü nefis bedene tam bir yönelme ile yönelmiştir. Tam yönelme bir şeyin diğerleriyle alakasını kesmesini gerektirir. Nefis bedene tam bir yönelme ile yöneldiğinde felekî nefisler ve akıllarla ilişkisi de kesilmiştir.

Kirmânî’nin açıklamalarında iki nokta dikkat çekmektedir. Bunlardan birincisi insan nefsinin akıllar ve feleklerle aynı cinsten olmasıdır. Bununla bağlantılı olan ikinci nokta onun emr âleminden olduğu düşüncesidir. İbn Haldun, insan ruhunun emir âleminden olması nedeniyle aslında onun tüm emir âlemini idrak ettiğini söyler. Çünkü orada idrak, idrak edenden farklı değildir. Bu, aynı zamanda akleden ile akledilenin özdeşliği anlamına da gelir. Ancak beden gaybî idraklerin önünde bir engeldir. Ruh, uyku anında bedenden koptuğu zaman bu gaybî idraklere ulaşsa da uykudan uyanıp tekrar bedene döndüğünde onları ancak duyusal nesnelerin formları ile hatırlar. Bu da şüphesiz hayal gücünde saklı olan sûretler ile gerçekleşir.
Kirmânî’ye göre nefis uyku hâlinde veya başka bir durumda bedenle olan iletişimini kesip duyulur sûretler ortak duyudan silinince bu ilkelere yönelir.4 Onun, nefsin ilkelerle iletişimi için uyku dışında başka bir durumun da bulunabileceğini kabul etmesi muhtemelen yine filozofların ve peygamberlerin nefisleri gibi bazı nefislerin rüya dışında da bu ilkelerle iletişim kurabileceği düşüncesine dayanmaktadır.
Kirmânî’ye göre nefis ve ilkeler birbirlerine paralel aynalar gibidir. Nefis yansımayı kabul edecek olan boş bir ayna gibiyken ilkeler ise içerisinde akledilir sûretlerin nakışlarının bulunduğu aynalar gibidir. İlkelere ayna konumunda olan nefis, Kirmânî’ye göre onların karşısında iki durumda bulunabilir. Birincisi, sahip olduğu istidada göre ilkelerdeki sûretler kendine yansır ve böylece o sûretleri kendinde seyreder. İkincisi, ilkelerdeki sûretleri ilkelerde bulundukları şekilde seyreder.1 Her iki durumda da mütehayyile, seyrettiği bu akledilirleri hayal deposunda bulunan sûretlerle taklit eder. Bu sûretlerden bir tanesi bazen birden fazla akledilir anlama karşılık gelebilir. Bu nedenle tabircinin rüya gören kişinin hâlini bilmesi önemlidir.
Kirmânî’ye göre rüyanın anlaşılması noktasında önemli hususlardan birisi de misâl âlemidir. Ona göre misâl âlemi, ruhlar âlemi ve cisimler âlemi arasında berzah görevi gördüğünden dolayı doğal olarak iki yöne sahiptir. Duyulur ve niceliksel olması cihetiyle şehâdet âlemine, nurânî olması itibariyle de aklî soyut âleme benzer. Kirmânî, bu iki yönü şöyle açıklar:
Misâl âlemi ruhlar âlemi ile cisimler âlemi arasındaki berzah olup onun aracılığıyla ruhlar âleminin etkisi cisimler âlemine ulaşır. Onlar (sûfîler) misâl âleminin iki yönü bulunduğunu söylemişlerdir. İlk yön, ruhlar âlemine dönüktür ve rüyaların sûretlerinin tabirlerle olan ilişkisi gibi ruhlarla ilişkisi bulunan misâlî sûretleri kapsar. İkinci yön ise duyu âlemine dönüktür ve duyu âleminin tüm sûretlerini kapsar. Bu yön, sanki duyu âleminin karşısında duran bir ayna gibidir ve duyu âleminin tüm sûretleri bu aynaya yansımıştır. Seyr-i sülûk, riyazet ve cezbe yoluyla bu âlemle arasındaki perdeyi kaldırılan kimse duyu âlemini misâl âleminde seyreder. Böylece gaybî bilgilere vakıf olur. Uzak diyarlardan ve halklarından tamamı doğru haberler verir.
Kirmânî, misâl âleminin duyu âleminin aynası konumunda olup bu âleme vâkıf olan kimselerin âlemde olup bitenleri görebileceğini düşünmektedir. O, bu düşünceyi her ne kadar sûfîlerden aktarmış olsa da yaşadığı bir örnekten bahsetmesi kendisinin de misâl âlemi teorisini desteklediğini göstermektedir.
Rüya çeşitlerine gelince Kirmânî’ye göre üç çeşit rüya bulunmaktadır. Birincisi beynin kötü mizacından kaynaklanır. Bu tarz rüyalarda mütehayyile, ortak duyuya nefsin görmediği sûretleri getirir. Bunlar tıpkı delilerin ağzında dolanan bilmeceli sözler gibidir. Herhangi bir manaya karşılık gelmediklerinden dolayı bu tarz rüyaların tabiri mümkün değildir. Çünkü tabir ancak bir manaya karşılık gelen sûretlerde söz konusu olabilir.
Rüyanın ikinci kısmı sadık rüyalardır. Bu kısımda nefis ilkelerle bağlantı kurduğunda bir manayı müşahede eder. Nefsin müşahede ettiği manayı mütehayyile bir sûretle eşleştirmek sûretiyle tasvir eder. Eğer mütehayyile bu kısımda manaya uygun bir sûret oluşturamazsa nefis rüyayı hatırlamaz. Fakat mütehayyile burada manaya uygun bir sûret oluşturduğu zaman bu tarz bir rüyanın tabiri mümkün olur. Nefsin müşahede ettiği anlamlar tü- meldir. Dolayısıyla bu tümel anlamların kapsamına dâhil olan birçok tikel sûret söz konusu olabilir. Mütehayyilenin oluşturduğu tikel sûret söz konusu tümel anlamın sûretlerinden birine tekabül ederse rüya gerçekleşmiş olur. İşte bu tarz rüyalar tabire de ihtiyaç duymayan sadık rüyalardır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Ey İbrahim! Rüyanı doğruladın.”
Rüyanın üçüncü kısmında tikel sûret, tümel anlamın tikellerinden bir tikel olmayabilir. İşte bu durumda rüya tevile ihtiyaç duyar. Kur’ân’da zikredilen Hz. Yusuf’un rüyası bu şekildedir. Nitekim o şöyle demiştir: “Rabbim onu gerçek kıldı.” Kirmânî’ye göre bu tarz rüyalarda nefis sû- retten sûrete fazlaca intikal gerçekleştirir. Nefsin sûretler arasında bu kadar rahat intikal gerçekleştirebilmesinin sebebi ise sûretler arasındaki istiare ve mecâzdan kaynaklanan ilişkilerdir. Ne var ki nefis birçok sûretle muhatap olduğu için kişi uyandığında genellikle son sûreti hatırlar. Ancak bu sûret nefsin müşahede ettiği mananın karşılığı olmayabilir. Böylece tabir isabetli olmaz. Ayrıca mütehayyilenin oluşturduğu tek bir sûret birçok manaya da tekabül edebilir. Bu nedenle tabir ilmi kadri yüce bir ilimdir ve ancak ilahi bir yardımla gerçekleşir.